Fidel Nasıl Hapisten Çıkıp Efsaneye Dönüştü?
Bu bölüm, Küba tarihinin en kritik sorularından bazılarını anlamaya odaklanıyor: Batista’nın hapishanesindeki bir avukat nasıl ulusal kahramana dönüştü? Arjantinli genç bir doktor Ernesto Che Guevara, neden hayatını gerilla savaşına adadı? Ve basit bir radyo vericisi, Küba devriminde nasıl ölümcül bir propaganda silahına dönüştü?
Darbeyle Gelen Batista ve Bastırılan Bir Ülke
Yarım bin yılı aşan bir süre boyunca Küba, sömürü, eşitsizlik ve baskının bitmeyen döngüsünü yaşadı. Ama bu tabloya rağmen, ada halkı özgürlük arzusunu hiç bırakmadı. 1953’te, genelkurmay başkanı Fulgencio Batista’nın askerî darbe ile iktidarı ele geçirmesi, ülkeyi yeni bir karanlık döneme soktu. Batista yönetimine karşı çıkanlar susturuldu, muhalif sesler işkence ve korkuyla baskı altına alındı. Karayiplerin en büyük adalarından biri olan Küba, o yıllarda Latin Amerika’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi politik çalkantının merkezindeydi.
16 Ekim 1953: “Tarih Beni Aklayacak” Konuşması
16 Ekim 1953’te Fidel Castro, Moncada Kışlası baskınından sonra hâkim karşısına çıktı. Mesleği gereği kendi avukatıydı ve mahkemede uzun bir savunma yaparak, içinden geçtiği süreci bir özgürlük manifestosuna çevirdi. Kendi ifadesiyle, gün geldiğinde tarihin onu bağışlayacağını, hatta haklı bulacağını söyledi. Bu duruşma, onun devrimci kimliğini perçinleyen ilk büyük sahne oldu.
Mahkeme sonunda Fidel 15 yıl hapse mahkûm edildi. Kardeşi Raul ve diğer yoldaşları ise 10–13 yıl arası cezalara çarptırıldı. O dönemde Fidel’in kayınpederi Rafael José Díaz-Balart, Batista hükümetinde bakandı. Bu nedenle kimi düşmanları, Fidel’in idamdan kurtulmasını bu akrabalığa bağladı. Ne olursa olsun, hüküm kesilmişti: devrimci çekirdek kadro hapisteydi, ama fikirleri hâlâ dışarıda dolaşıyordu.
Cezaevinden Meksika’ya: 26 Temmuz Hareketi’nin Doğuşu
Batista’nın güvenlik güçleri ülkede isyanları acımasızca bastırırken, ironi şu ki, Fidel ve Raul için hapishane dışarıdaki ölümlü kovalamacaya kıyasla daha güvenli bir yer haline gelmişti. Ancak bu durum uzun sürmedi. Yaklaşık 18 ay sonra, Batista Moncada saldırısına katılan kadın ve erkeklere genel af ilan etti. Birkaç askerin ölümüne yol açmış olsalar da Fidel ve arkadaşları serbest bırakıldı. Bu karar, rejimin gözüyle “af”, devrimcilerin gözünde ise politik bir zaferdi.
Fidel, özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz rotasını işaret etti: “Bu mücadele bitmedi, Meksika’ya gidip yeniden başlayacağız.” Moncada baskınının ikinci yıldönümünde, hareketlerine bir isim verdiler: 26 Temmuz Hareketi. Kastro kardeşler ve diğer militanlar, verdikleri söz doğrultusunda Küba’dan ayrılıp Meksika’ya geçtiler. Orada, bir sonraki devrim sahnesinin planlarını çizmeye başladılar. 40 yıl önce kendi devrimini yaşamış Meksika, onlar için hem ilham kaynağı hem de sürgün üssüydü.
Meksika’da Bir Buluşma: Ernesto “Che” Guevara
1955 yazında Meksika’da örgütlenen bu küçük devrimci çekirdeğin liderliğini Fidel üstlendi. Sürgüne gönderilmiş başka Kübalılar da harekete katıldı; hepsinin ortak noktası, Batista’yı zalim bir diktatör olarak görmeleriydi. Tam bu dönemde gruba ileride tüm dünya tarafından tanınacak bir isim eklendi: Arjantinli genç doktor Ernesto Guevara, yani “Che”.
Che, henüz 27 yaşındaydı; tıp eğitimini tamamlamış, Güney Amerika’yı motosikletle dolaşarak yoksulluk ve eşitsizliği kendi gözleriyle görmüştü. Baskı altındaki köylülerin, tarım işçilerinin yanında saf tutmaya kararlıydı. Meksika’da Kastro kardeşlerle tanıştıktan sonra da yalnızca bir savaşçı değil, hareketin teorisyeni haline geldi. Yine de grubun onu bütünüyle kabullenmesi zaman aldı; Che, adım adım merkeze yerleşti.
Planlar, Tutuklamalar ve Yeniden Başlayan Hesaplar
Fidel’in hedefi açıktı: Küba’daki tüm direniş odaklarını ortak bir çatı altında toplamayı istiyordu. Ancak Raul ve Che’nin daha belirgin biçimde savunduğu komünist çizgiden farklı olarak, doğrudan “komünist” etiketli bir devrim modelinden çekiniyordu. Yine de sosyal adalet ve radikal dönüşüm fikrinden vazgeçmiş değildi; yalnızca yol haritasını yeniden tartıyordu.
Meksika devleti ise ülkede silahlı kamp kuran yabancı aktivistleri daha fazla görmezden gelemedi. Güvenlik güçleri kısa sürede devrimcileri tespit etti ve Fidel, Raul, Che ve diğerleri tutuklanarak yeniden cezaevine atıldı. Bu, planların bir kez daha masaya yatırılması anlamına geliyordu. Fakat bu kez vazgeçmek yerine, daha dikkatli ve sistemli bir hazırlık yapılacaktı.
Granma’ya Giden Yol: Para, Tekne ve Hazırlık
Adamları Meksika’nın iç bölgelerinde askeri eğitim alırken, Fidel başka bir görevi üstlendi: para bulmak. ABD’de yaşayan Kübalı sürgünlerin desteğini almak için Kuzey’e geçti. Topladığı bağışlarla, Küba’ya dönüş için kullanılacak tekneyi satın almayı başardı. 18 metrelik küçük bir yolcu teknesi olan Granma, sempatizan bir silah tüccarından alındı ve kısa sürede devrimin sembollerinden birine dönüştü. Bugün hâlâ müzede sergilenen bu tekne, o günlerde sadece aşırı yüklenmiş, riskli bir ulaşım aracından ibaretti.
1955’te Batista’nın yaklaşık 35.000 kişilik oldukça donanımlı bir ordusu vardı. Hava kuvvetleri ve cephanesi, Küba’nın yakın müttefiki ABD tarafından destekleniyordu. Yani güç dengesi kâğıt üzerinde tamamen Batista’dan yanaydı. Buna rağmen Fidel vazgeçmedi. 25 Kasım 1956’da, 82 kişi, mühimmat ve erzakla birlikte Granma’ya bindi ve Küba’ya doğru yola çıktı. Tekne hem insan hem malzeme açısından fazlasıyla yüklüydü; bu durum yolculuğu baştan riskli hâle getirdi.
Las Coloradas Çıkarması: İlk Büyük Yenilgi
Zorlu deniz şartları, Granma’nın rotasını darmadağın etti. Planladıkları tarihten iki gün geç vardılar, tekne yol boyunca hasar aldı ve dört gün süren fırtına ekibi daha da yıprattı. Yaklaşık 7 günlük çekişmeli yolculuğun ardından, Granma Las Coloradas kıyılarına ulaşabildi. Ancak sahile yaklaşır yaklaşmaz, Batista’nın birlikleri devreye girdi. Açık ve korumasız bir arazide olduklarından, hava ve kara saldırıları isyancıları ağır biçimde vurdu.
82 kişilik ekipten 50’den fazlası kısa sürede öldürüldü. Hayatta kalan az sayıdaki devrimci, Küba’nın en yüksek noktası olan Pico Turquino dağlarına doğru geri çekildi. Bu çıkarmayla Küba’yı ele geçirme planı fiilen çökmüş görünüyordu. Ancak hikâye burada bitmedi; sahneden silinmesi beklenen Fidel, aksine daha da görünür olmaya başlayacaktı.
New York Times Yazıları ve Bir Efsanenin Doğuşu
24 Şubat 1957 tarihli bir New York Times haberinde, dünya şunu öğrendi: Fidel Castro ölmemişti. Gazeteci Herbert Matthews, Havana’daki bağlantıları aracılığıyla dağlara çıkarak Fidel’le gizlice buluşmayı başardı. Yazdığı makaleler, 26 Temmuz Hareketi’ni geniş kitlelere tanıttı ve Fidel’i “yenilmemiş, inatçı gerilla lideri” imajıyla dünyaya sundu.
Matthews’ün çizdiği bu portre, Fidel’i bir anda romantik bir direniş figürüne dönüştürdü. O da ulusal kahraman José Martí’nin mirasına yaslanarak kendisini Küba’nın kurtarıcısı gibi konumlandırmaya devam etti. Batista hâlâ ABD tarafından destekleniyor, dağlarda saklanan bir grup isyancı ise ilk bakışta ciddiye alınmıyordu. Ancak Fidel’in en büyük kozu, o aşamada ne tüfekler ne de sayılar oldu; propagandayı ustalıkla kullanmasıydı. Aynı dönemde Sovyetler Birliği de Latin Amerika’da artan anti-Amerikan söylemi besleyen yayınlar yapıyordu. Bu atmosfer, Fidel’in elini güçlendiriyordu.
Camilo Cienfuegos ve Bitmeyen Gerilla Savaşı
Fidel’in yanında öne çıkan isimlerden biri de Camilo Cienfuegos’tu. Cienfuegos, hem savaş alanında hem de örgütlenmede önemli rol oynadı; gerilla birliklerinin sayısını ve etkinliğini artırdı. Küçük çatışmalar, vur-kaç baskınları ve kesintisiz gerilla saldırıları, Batista ordusunun psikolojisini giderek yıprattı. 35 bini aşkın askerden oluşan ordu, kağıt üzerinde güçlü olsa da, Pico Turquino’daki karargâha karşı kararlı bir saldırı düzenleyebilmiş değildi. Bu da devrimcilerin moralini daha da yükseltti. Askerler gazetelere poz verirken, dağlardaki isyancılar sonucun kendi lehlerine döneceğinden emindi.
Che Guevara ve Radio Rebelde: Devrimin Sesi
Che, adaya yalnızca doktor olarak gelmedi; ön cephede savaşarak askeri liderlik de üstlendi. Ama onu asıl öne çıkaran hamle, Radio Rebelde adlı korsan radyo istasyonunu kurmasıydı. Bu radyo, kısa sürede devrimin sesi haline geldi. Dağlardan yapılan yayınlar sayesinde, Küba’nın dört bir yanındaki insanlar Fidel ve arkadaşlarının başarılarını, direniş hikâyelerini ve mesajlarını doğrudan duymaya başladı.
Radio Rebelde’nin çekim gücü büyüdükçe, yüzlerce kişi dağlara katılmak için yola çıktı. 1958 yazına gelindiğinde Fidel, artık savunmadan çıkıp saldırıya geçecek kadar güç topladığını hissetti. Devrim sadece dağ yollarında değil, radyo dalgalarında da ivme kazanmıştı.
Saldırı Planı: Doğuya ve Batıya Ayrılan Birlikler
Radyo yayınları, yalnızca Küba halkını değil, ABD kamuoyunu da hedef alan bir propaganda kampanyasına dönüştü. Fidel, “Kübalı Robin Hood” gibi anlatılıyor, mağdurların yanında duran bir figür olarak lanse ediliyordu. Bu imaj, hem içeride hem dışarıda sempati topladı. Hazırlıklar tamamlanınca, gerilla birlikleri dört ana kola ayrıldı:
– Fidel ve Raul, Pico Turquino’dan iki birimle ayrılarak Santiago’ya yöneldi.
– Che Guevara ve Camilo Cienfuegos komutasındaki iki birlik ise kuzeydeki başkent Havana’ya doğru yürüyüşe geçti.
Batista ordusu, radyodan duyurulan bu saldırı planına karşı tüm gücünü sahaya sürmek zorunda kaldı. Temmuz 1958’de sekiz gün süren yoğun çatışmalar yaşandı. Fidel’in birliği zaman zaman geri çekilmek zorunda kaldı, savaş sahada tam bir zafer getirmedi. Ama Radio Rebelde bambaşka bir hikâye anlattı: yayında, bu cephede kazanılmış büyük bir zafer varmış gibi duyurular yapıldı. Bu tekrar tekrar yayınlanınca, halk ne olduğuna değil, ne anlatıldığına inanmaya başladı. Ordunun bütün gücüne rağmen Fidel’i yakalayamaması da bu algıyı güçlendirdi.
Santa Clara’daki Zırhlı Tren ve Çığır Açan Zafer
Bu sırada, devrimci birliklerin diğer yarısı sahada gerçek bir askeri başarıya imza atıyordu. Che komutasındaki isyancılar, Santa Clara’ya silah taşıyan zırhlı bir treni ele geçirdi. Bu olay, gerilla savaşı açısından dönüm noktasıydı. Tren, Batista ordusunun önemli bir lojistik gücünü temsil ediyordu; ele geçirilmesiyle birlikte cephane, moral ve prestij bir anda devrimcilerin hanesine yazıldı. Çok sayıda asker moral çöküşü yaşadı ve bir kısmı Che’nin birliğine katıldı. Aynı dönemde doğu Küba’da Fidel ve Raul, hazır olan birlikleri Santiago’ya doğru ilerletiyordu.
Batista’nın Çöküşü ve 1 Ocak 1959
ABD, Küba politikasında yeni bir tavır aldı. Batista’nın ülkede istikrar sağlayamaması ve kontrolü kaybetmesi, Washington’da da rahatsızlık yaratmıştı. Büyükelçiye baskı yapıldı, destek geri çekildi ve sonuçta Batista ülkeyi terk etti. Böylece yıllardır süren diktatörlük bir gecede çökmüş oldu.
1 Ocak 1959’da Fidel ve isyancıları Santiago’yu ele geçirdi. Che ve Camilo’nun birlikleri aynı günlerde Havana yönünde ilerliyordu. Başkentte hâlâ yaklaşık 15.000 asker ve kalabalık bir polis gücü vardı, ancak kimse ciddi bir direniş göstermedi. Ordu ve güvenlik kuvvetleri, savaşmadan dağıldı. Devlet fiilen boşalmış, güç sokakta kalan devrimcilere geçmişti. Fidel, hareketiyle hükümeti devraldı ve kendisini Küba’nın kurtarıcısı olarak sahneye sürdü.
Havana’ya Giriş ve Devrimin Simgesel Anı
Fidel Havana’ya ulaştığında, onu yalnızca coşkulu kalabalıklar değil, uluslararası basın da bekliyordu. Gazeteciler, isyancı birliklerin uyguladığı infazlar ve idamlarla ilgili sorular yönelttiler. Fidel, savaş dönemindeki şiddeti savunurken, tarihte düşmanına bu kadar “saygılı” davranmış başka bir ordu bulmanın zor olduğunu iddia etti. Bu sözler, devrimin hem içeride hem dışarıda nasıl algılanacağına dair ilk güçlü işaretlerden biriydi.
Ocak 1959’da tamamlanan Küba Devrimi, yalnızca ülkenin yönetimini değiştirmedi; adanın sonraki on yıllarını, Latin Amerika siyasetini ve dünya gündemini etkileyecek bir dönemi başlatmış oldu. Fidel artık Batista’nın tutsağı değil, Küba tarihinin en çok konuşulan figürlerinden biriydi; Che Guevara ise Arjantinli bir doktorken, devrimci ikon haline gelen bir gerilla komutanı olarak tarihe geçti. Ve tüm bu süreçte, dağlardan yayın yapan bir radyo istasyonu, kelimenin tam anlamıyla tarihin akışını değiştiren bir megafona dönüştü.